9 Kasım 2013 Cumartesi

Turku / Finlandiya

Turku, Finlandiya'nın batı kıyısında yer alan ve eski dönemlerde Finlandiya'ya başkentlik yapmış şirin bir şehir. Stockholm'den 11 - 12 saatlik gemi yolculuğu sonrası ulaşabiliyorsunuz bu güzel şehre.

Stockholm'de geçirdiğimiz iki günün ardından biraz da değişiklik olması adına Finlandiya'ya gitmeye karar verdik. İsveç ve Finlandiya arasında ulaşımı sağlayan ve tavsiye edilen iki büyük gemi firması var; Viking Line ve Tallink Silja. Bir kaç araştırma yaptıktan sonra fiyat ve kalite faktörünü de göz önünde bulundurarak tercihimizi Viking Line'dan yana kullandık.




Viking Line; Finlandiya, İsveç, Estonya ve Letonya arasında gezi düzenleyen ve Kuzey Avrupa'da oldukça popüler bir gemi şirketi. Hem internet sitesinden hem de broşürlerinden takip ettiğimiz kadarıyla Stockholm ve Turku arasında 2 tip gezi oluyor. Bunlardan birincisi, günübirlik turlar. Akşam saatlerinde Stockholm'den hareket edip, sabaha karşı Turku'ya varıyorsunuz, Turku'dan ayrılış saatiniz yine akşam saatlerinde oluyor ve şehirde değerlendirebileceğiniz 12 saat civarı bir boşluğunuz oluyor. Bana pek mantıklı gelmeyen ikinci tip seyahat programı ise, gemideki aktivitelere yönelik olsa gerek, şehirde vakit geçiremiyorsunuz, yani karaya adım atamıyorsunuz. Stockholm'den Turku'ya gidip, 1 saat sonrasında tekrar Turku'dan Stockholm'e gitmek üzere yola çıkıyorsunuz.




Bilet fiyatları sabit oluyor. Biletler, odanın konumuna göre belirleniyor ve her bölümün fiyatları farklılık gösteriyor. Biletleri önceden satın almanın tek avantajı, istediğiniz bölümlerde bilet bulamama ihtimalinin ortadan kalkması oluyor. Giderken "B2P Inside Cabin - 2 Beds" kamarası, dönüşte ise "Inside Piccolo Two - 2 Beds" kamarasını aldık. Kamara da 2 yatak yer aldığından, acaba 2 yataktan tek yatağı mı kiraladık yoksa tüm kamarayı mı kiraladık diye düşünürken, yaptığımız yazışmalar sonucunda ödediğimiz ücretin kamara ücreti olduğunu ve tek olsak dahi, tüm kamaranın yani 2 yatağın da bize ait olduğunu öğrenmiş olduk.





Hem gidişte hem de dönüşteki gemiler oldukça lükstü. Sistemi çok güzel oturtmuşlar. Geminin içerisinde, restaurantlar, barlar, alışveriş dükkanları, casinolar vb her şey mevcut. Odalar oldukça konforlu. Gemi genelinde olduğu kadar, odalarda da her detay düşünülmüş. Televizyonu açtığınızda ekranda isminizin yazılı olduğu, hoşgeldiniz yazısıyla karşılaşıyorsunuz.

Restaurantların ve barların olduğu bölüme gitmek için 4 kat çıkmanız gerekiyor. İlk saatlerde ortam durağan olsa da 2-3 saat içerisinde hareketleniyor. Biraz etrafı gezindikten ve olan biteni gözlemledikten sonra, Stockholm'de geçen hareketli günün de etkisiyle gece yarısı gibi odaya çekildik. 

Biletlerimizde, geminin sabah 7:30'da Turku'da olacağı yazıyordu. Saat 6:30 civarında ise kadın görevliler bizzat kapıyı açıp, size, Fince dilinde olduğunu tahmin ettiğimiz bir şeyler söylüyorlar. Sanırım geminin yaklaştığını ve hazırlık yapmanız gerektiğini söylüyorlar. Tabi, kapıyı tıklatmasıyla, kapıyı açma süre arasında 1 saniye bile geçmiyor. Neyse ki çoktan uyanmıştık da absürt bir durumla karşılaşmadık.




Çantaları toparladıktan sonra manzarayı izlemek için üst kata çıktık. Buzları kıra kıra ilerleyen geminin, çok güzel balkonları mevcut ancak 45 dakika kaldığımız en üst katta, dışarıya çıkıp da, soğuk havaya 2-3 dakikadan fazla dayanabilen göremedik. Çıkanlar da genelde fotograf çeken ya da sigara içenlerdi. Kapı açıldığında bile içerisinin, dondurucu diyebileceğimiz soğukla dolduğunu rahatlıkla hissedebiliyorsunuz.




11 saatlik yolculuğun ardından limana yanaşıp karaya ayak bastık. Limandan şehir merkezine gidebileceğiniz otobüsler, çıkış kapısının karşına belirli aralıklarla yanaşıyor. Yolcuları kapı önünden aldıktan sonra yoluna devam ediyor. İlk otobüsü görüp de yanına gidesiye kadar, otobüs hareket ettiğinden, bir sonraki otobüsü bekledik, tabi binanın içerisinde. Dışarıda otobüs beklemek, soğuk hava nedeniyle neredeyse imkansız.

Finlandiya soğuğunu, hele ki sabah soğuğunu tarif etmek pek mümkün değil, sanırım sadece o soğuğu hissedenler tam olarak anlayabilirler demek istediğimi.

Sonunda otobüs yanaşıyor ve sıraya geçiyoruz. Turku için günübirlik bir gezi planlıyorsanız tek gün geçerli biletler çok daha ekonomik. Bileti de otobüs şoföründen satın alabiliyorsunuz. Şehir merkezine vardıktan sonra önce harita almak için Turizm Danışma Ofisine gittik sonra da arkadaşımızı beklemeye başladık. Ancak soğuk havayı bir noktadan sonra o kadar fazla hissetmeye başlıyorsunuz ki, tek çareniz kapalı bir alanda ısınmak oluyor. Sabahın 8'inde de açık kafe vb herhangi bir yer bulamadığımızdan aklımıza aldığımız otobüs biletleri geliyor ve otobüs alternatifini kullanıyoruz. Arkadaşı bekleme süresi içerisinde 2 defa limana gidip, şehir merkezine tekrar döndük. Belki mantıksız geliyor düşünüldüğünde ama o an için en mantıklı alternatifimizdi.

Arkadaşımızla haberleştikten sonra, Turku'nun en meşhur yapısı olan Turku Kalesi'nde buluşmaya karar verdik. Kaleye, buluşma saatinden 1 saat erken geldiğimizden, akşam üzeri gezmeyi planladığımız kale gezisini öne almaya karar verdik.




Belki de kendi tarihimiz ve yapılarımız gözümüzde canlandığından olsa gerek, kale denildiğinde surlarla çevrili geniş ve büyük taş yapılar aklına geliyor insanı. Açıkcası Turku Kalesi'ne dışarıdan bakıldığında, bir Türk olarak orasının kale olduğunu düşünmeniz düşük bir ihtimal.




İçerideki durum ise bambaşka. Kalenin bahçesinden geçip, ilerledikten sonra giriş bölümüne doğru ilerliyorsunuz. Giriş için ücretleri ödedikten sonra kale turuna başlıyoruz. Eski dönemlere ait bir çok yapı, eşya ve canlandırmalar mevcut. Geziye başladıktan sonra tek yönde ilerleyebiliyorsunuz. İlk 10 dakika, ön bölümlerde yer alan yerleri inceledikten sonra çıkmayı denedik ama görevli "Daha gezmediğiniz bir çok yer var, mutlaka görmelisiniz" şeklinde bir uyarıda bulununca kale içerisindeki gezimize devam ettik.




İç bölümlerde, eski dönemlere ait yüzlerce belki de binlerce eşya mevcut. Acele etmezseniz minimum 1,5 - 2 saatte bitirebilirsiniz kale gezinizi. Ziyaret saatleriyle de ilgili olabilir belki ama kaleyi ziyaret eden kişi sayısı, kalenin büyüklüğüne oranla oldukça düşük kalıyor. Tamamına yakını kapalı alanlarda olan bölümleri son derece sessiz bir ortamda uzun uzun inceleme şansınız oluyor.




Kale gezisi sonrasında arkadaşımızla buluşup, Baltık Denizini görmeyi planladık. Sahile varmadan güzel bir yerde mola verip kahvaltı yaptık. Finlandiyadaki bir çok yapı, yağan kar'ın da etkisiyle kartpostal havasında. Hem mekanlar hemde içerik insana huzur veriyor.

Gerek yolda, gerekse kahvaltı yaptığımız mekanın çevresinde kayak yapan insanlar dikkatimizi çekiyor. Ancak kayak yapan bu insanlar bu işi biraz da yürüyüş ile birleştirmişler. Şerit halindeki bir alanda kayak takımlarını giyip, düz bir şekilde yürüyorlar. Şehrin farklı noktalarında bu şekilde spor yapan bir çok insanla karşılaşabiliyorsunuz.




Kahvaltı sonrasında, Baltık Denizine doğru yola koyulduk. 15 dakikalık bir yolculuk sonrası sahile vardık. Soğuk hava nedeniyle donmuş olan Baltık Denizi üzerinde yürüdük. Denizin üzerinde soğuk hava nedeniyle donmuş büyük buz kütleleri de vardı. İlk başlarda ağırlık nedeniyle buzlar kırılabilir diye tedirgin olsak da, zamanla alıştık.




5-10 dakika oyalandıktan sonra, denizin sahile yakın olan bölümünde olan ve buzulların ortasında yer alan boşluk dikkatimizi çekti. O yöne doğru yürürken anladık ki, o boşlukta yer alan suya, sauna'dan çıkan Finlandiyalılar giriyormuş.

Sauna, sadece Turku'da değil, Finlandiya'nın genelinde de oldukça popüler. Bir çok evin içinde sauna mevcut. 

Arkadaşımızın "Hava kötüleşiyor gibi, fırtına çıkabilir" uyarısından sonra yavaş yavaş şehir merkezine doğru yol alıyoruz.




Kısa süre sonra vardığımız şehir merkezinde bizdeki kapalı çarşı tarzında ama boyut ve içerik olarak yanına dahi yaklaşamayacak olan pazarlarını gezmeye karar veriyoruz. İçerisinde bir çok yöresel yiyecek - içecek vb ürünleri satın alabileceğiniz bu pazara, merkezdeki otobüs duraklarından 3 dakika civarı yürüyerek ulaşabilirsiniz.





Turku şehrinde gezip görülebilecek yer sayısı oldukça sınırlı. Turku Katedrali de şehrin önemli yapılarında bir tanesi. 

Şehirde alışveriş yapacağınız bir çok nokta mevcut. Fiyatlar ülke genelinde olduğu gibi Turku'da da yüksek sayılabilecek seviyede. Giyim konusunda yüksek fiyatlar bizi biraz şaşırtsa da, yiyecek fiyatları bana oldukça normal geldi, ki Finlandiyalılar bir çok gıda ürününü organik olarak kendileri yetiştiriyor. Öyle ki, akşam yemeği için salata hazırlayan arkadaşımızın, salatayı hazırlarken kullandığı ürünlerin tamamına yakını kendi ürettiği ürünlerdi.

Yemek sonrası, konu Finlandiya ve Turku'daki yaşamdan açıldı Finlandiya'daki yaşam şartlarından, eğitim-öğretim'e kadar bir çok farklı alanda konuştuk. 


Finlandiya'da, Avrupa genelinde olduğu gibi, 17-18 yaşından itibaren, bir çok genç, arkadaşlarıyla ayrı eve çıkıyor. Görüştüğümüz arkadaşlarımız da, aileleri oldukça yakında otursa da ayrı eve çıkmaya karar vermişler ve birkaç yıldır bu şekilde yaşıyorlar. Ev kirası ve evin diğer giderlerini karşılamak için de part-time işlerde çalışıyorlar. Bir ara konu internetten açıldı. Bir dönem Türkiye'de de çok konuşulmuştu Finlandiya'daki internet hizmeti. Söylenenlere göre, Finlandiya'da internet kullanımının vatandaşlık hakkı olduğu ve devletin bu hakkı her Fin vatandaşına vermekle yükümlü olduğu yönündeydi. Bu haber bir çok gazete de haber olarak verilmişti. Bu konunun doğru olup olmadığını sorduk tabi ama böyle bir şeyi ilk defa bizden duyduklarını ve şu an kullanmakta oldukları internet için para ödediklerini belirttiler.

Yemek ve sohbet sonrası, alışveriş için tekrar şehir merkezine döndük. Magnet vb tarzdaki hediyelik eşya satın almak için çok fazla alternatifiniz yok. Bu tarz hediyelik eşya almayı planlayanlar için Turizm Danışma Ofisi'nin karşı caddesindeki küçük mağazayı tasviye edebilirim.

Turku'da geçirdiğimiz 10 saatin ardından, hareket saatinin yaklaştığını fark ettikten sonra, Fin arkadaşlarımızla beraber limana doğru yola çıktık. Liman'da biraz oyalandıktan sonra arkadaşlarla vedalaşıp tekrar Stockholm'e doğru yola koyulduk.

Şehirde geçirdiğimiz kısa süreye rağmen, Turku gezisinden oldukça keyif aldığımızı söyleyebilirim. Turku gezilip görülecek yerleriyle olmasa da yeşilliği ve doğal yaşantısıyla ziyaret edilmeyi hakeden şirin bir şehir. Finlandiya denilince her ne kadar Helsinki ön plana çıksa da, Turku da kesinlikle iyi bir alternatif.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Kopenhag / Danimarka

Kopenhag, yıllardır olmasa da, son bir kaç aydır bende merak uyandıran ve mutlaka görmek istediğim yerler listesinde üst sıralarda yer alıyordu. Özellikle Stockholm gezisi sonrası bu istek iyice arttı. Pegasus'un sonbahar kampanyası'da devreye girince biletlerimizi aldık.

Kopenhag, dünyanın en büyük 95. adası olan Zealand'ın üzerinde yer alan soğuk bir şehir. Gündüzleri güneş yüzünü gösterse de, akşamları oldukça serin. Gerek internetteki yazılar, gerekse Danimarkalılar, soğuğa karşı özel bir ilginiz yoksa, Kopenhag'ı ziyaret için en uygun mevsimin, ilkbahar ya da yaz dönemi olduğunu söylüyorlar.




Konaklama tercihimizi, hemen hemen her solo gezgin'in yaptığı gibi hostelworld ya da booking.com üzerinden araştırma yaparak en uygun hostel olduğunu düşündüğümüz Generator Hostel'den yana kullandık. Generator Hostel, Kopenhag için kriterlere göre sıralama yapıldığında, Copenhagen Downtown ile beraber öne çıkan 2 hostelden bir tanesi.

Fiyatlar; yiyecek - içecek vb diğer kriterlerde olduğu gibi konaklamada da üst sınırları zorluyor. İsveç'in bu konuda açık ara önde olduğunu düşünürken, Danimarka'daki fiyatların İsveç'in dahi üzerinde olduğunu rahatlıkla görebiliyorsunuz.


Generator Hostel, havaalanından hostel'e ulaşım konusunda belki de bugüne kadar gördüğüm en iyi konuma sahip hosteldi. Havaalanından metro'ya atlayıp yaklaşık 15-20 dakika içerisinde Kongens Nytrov durağına ulaşabiliyorsunuz. Kopenhag'ın en popüler bölgesi olan Nyhanvn Liman bölgesi de, hostel'e 5 dakikalık yürüme mesafesinde yer alıyor. Hostel'in konumu kadar, sunduğu olanaklar da oldukca iyi durumda. İçerisinde, akşamları arkadaşlarınızla ya da diğer gezginlerle vakit geçirebileceğiz barlar, restaurantlar, yine eğlence amaçlı karaoke odası mevcut. Sunduğu imkanlar ve kalite açısından sadece Stockholm'de yer alan City Backpackers Hostel ile kıyaslayabilirim. Bu kadar artısının yanında, tek eksisi duşların odaların içerisinde yer almasıydı. Düşünün ki, erken kalkıp şehri keşfetmek istiyorsunuz ve sabah erken saatte duş almak istiyorsunuz, 8 kişilik bir odadasınız ve duş odanın içerisinde. Kapısı olsa dahi, çıkan su sesi uyuyan kişileri rahatlıkla uyandırabilecek seviyede, dolayısıyla insan ister istemez rahatsız hissediyor kendisini.

Danimarka'da adres konusunda sıkıntı çekmeniz düşük bir ihtimal. Yanınızda giderken götürebileceğiniz ya da havaalanı, hostel vb alanlardan temin edebileceğiniz bir harita ile şehri kolaylıkla gezebilirsiniz, takıldığınız noktalarda da çekinmeden insanlarla iletişim kurabilirsiniz. Ki, İngilizce konuşma oranı ve seviyesi Danimarka'da dikkat çeken diğer bir detay. Her ne kadar konuşurlarken yakalayamasam da, gündelik hayatlarında da ingilizce kelimeleri araya serpiştirdikleri söyleniyor.




Nyhavn Liman bölgesi, Kopenhag'ın simgelerinden. Bir çok kartpostal ve magnetlerde resimlerine ve kabartmalarına rastlayabiliyorsunuz. Çok büyük bir yer olmasa da, bir çok Danimarkalı bu bölgede vakit geçiriyor. Çevresinde yer alan restaurantlar zaten oldukça pahalı olan Kopenhag şehri standartlarının da üzerinde yer alıyor. 

Liman bölgesinin çevresinde yer alan seyyar kahveciler de oldukça popüler. Önlerinde zaman zaman kuyruk oluşan bu seyyar kahvecilerde satılan kahvelerin fiyatları 15 DKK ile 30 DKK arasında değişiyor.




Metro ağı ve otobüs seçenekleri gayet iyi durumda olsa da, şehirdeki insanların büyük bir bölümü ulaşım için bisikleti tercih ediyorlar. Sanırım bu konudaki tek rakipleri de Amsterdam. Ki Kopenhag'lılara göre, bisiklet kullanım oranı Amsterdam'ın dahi önünde.





Bisikletlere özel yollar ve yine bisiklere ait trafik ışıkları mevcut. Bisiklet kullanım bilinci o kadar güzel yerleşmiş ki, bisiklet kullanıcıları yol boş olsa dahi, istisnasız olarak dönecekleri yönü elleriyle gösteriyorlar.

Kopenhag'da bisiklet kiralayabileceğiz yerler mevcut ancak şehirde yer alan turistik alanlar yürüme mesafesinde olduğundan, biz yürümeyi tercih ettik.





Christiania ve Church of Saviour'a doğru yol alırken, Stock Exchange Copenhagen binası ile karşılaşıyorsunuz. 17. yüzyılda inşa edilen bu bina mimarisi ile dikkat çekiyor. Anladığım kadarıyla sadece kültür günleri vb günlerde ziyarete açık oluyor ve diğer zamanlarda içeri girilemiyormuş, dolayısıyla sadece resim çekmekle yetindik.




Church of Saviour bölgede yer alan meşhur kiliselerden bir tanesi. Yüksek yapısı ve üst bölümünde yer alan sarmal merdivenleriyle dikkat çekiyor. Bu merdivenler sayesinde kilisenin en tepe noktasına kadar çıkabilme imkanınız var. Saat 3.45 gibi girişler kapanıyor ve giriş ücreti 35 DKK. Yükseklikle ilgili sıkıntım olduğundan ben pek tercih etmedim ama yükseklik ile ilgili herhangi bir probleminiz yoksa, söylenenlere göre muhteşem bir Kopenhag manzarası sizleri bekliyormuş.

Church of Saviour'a ulaştıysanız, Christiania için sadece 1 dakikalık mesafeniz kalmış demektir. Christiania'ya ulaşım sorunu yaşayanlar yada haritada yerine karıştıranlar, uzak mesafelerden dahi görünen bu kiliseyi takip ederek Christiania bölgesine ulaşabilirler.

Öncelikle söylemek gerekirse, her yıl 500 bin kişinin ziyaret ettiği bu bölgeye giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Zaten içeride içebileceğiniz kahve, kola, bira vb standart içecekler de şehir standartlarının altında yer alıyor ve plastik bardaklarda sunuluyor. Christiania için genel bir tanımlara yapmak gerekirse; Yeşillikler içinde bir bölge düşünün.. Esrar, ot vb ürünlerin satışı legal olsun, polis bu durumdan haberdar olsun, turistlerin Kopenhag için ziyaret edilesi yerler listesinde ilk sırayı alsın, ve içeride anne ve babalarıyla gezebilen 10-12 yaşında çocuklar olsun.. Burasının adı Christiania oluyor.

İçeride spor yapan insanlara, yeşilliklere uzanmış birasını yudumlayan insanlara rastlamak mümkün. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, herkes kendi havasında bir şeylerle uğraş halinde. Her açıdan oldukça ilginç bir yer Christiania.

Fotograf çekmenin yasak olduğu bu bölgede, polis de zaman zaman baskın düzenliyormuş ancak satıcıların bu baskınlardan saatler önce haberleri oluyormuş diye ek bir bilgi de vermişlerdi.

Christiania'da 3-4 saat geçirdikten sonra, Hostel'e döndük ve Bulgar bir arkadaşın davetiyle, İtalyan bir arkadaşı da alarak Kopenhag caddelerinde yürüyüşe çıktık.




Kopenhag caddeleri oldukça canlı. İskandinavya ağırlıklı olarak Avrupa'nın dört bir yanından gelen jonglör ya da sokak sanatçılarına rastlamanız mümkün. Paris'den gelen Amerika asıllı bir grubun müzik ziyafeti oldukça güzeldi, Kopenhaglılar da sevmiş olacak ki aynı sokaktan 3 saat sonra geçtiğimizde yine aynı yerlerinde, aynı performansla, kalabalık bir kitleye şarkılarını söylüyorlardı.

Kopenhag'da dikkatimizi çeken bir diğer detay ise metro konusunda oldu. Sürücülerin olmadığı ve sistemden yönetilen bu trenlere binmek için bilet almanız gerekiyor doğal olarak. Ancak jetonmatik vb cihazlardan aldığınız bu biletleri okutacak bir cihaz ya da görevli istasyonlarda bulunmuyor. Jetonmatikten aldığınız bileti direk cebinize atıp merdivenlerle aşağıya ulaşıp trenlere binebiliyorsunuz. Sistem çok güzel işliyor ve herkes bu sisteme uyum sağlamış durumda. En azından Kongens Nytrov istasyonunda durum böyleydi.





Danimarka, Lego'nun anavatanı olarak biliniyor. Kopenhag sokaklarında da, bir çok Lego dükkanına rastlamak mümkün. Oyuncakları seviyorsanız ve 2 kattan oluşan bu dükkanlar size yeterli gelmediyse, Lego ülkesi parkı size iyi bir alternatif sunuyor.




Tivoli Bahçeleri, Kopenhag'ın merkezinde yer alıyor ve şehrin sembol noktalarından bir tanesi. Binlerce çeşit çiçek barındıran bu bahçenin içerisinde restaurantlar, konser alanları ve hediyelik eşya alabileceğiniz noktalar mevcut. Daha çok çocuklu aileler ziyaret etse de, 3-4 saat sıkılmadan vakit geçirebileceğiniz bir yer. 




Şehir merkezinde yer alan parklar şehre ayrı bir hava katıyor. Geniş bir alana yayılı olan ve Rosenborg Kalesi'nin arkasında yer alan park da bu alanlardan bir tanesi. Bir çok genç ya da orta yaşlı Danimarkalı kahvelerini alıp parklarda gezintiye çıkıyorlar, oturup sohbet ediyorlar. Bu bölgede kahvelerimizi içip, biraz dinlendikten sonra, yola devam ediyoruz.




Norreport tarafına ilerlerken, şehri 360 derece görebileceğiniz Rundetaarn sağınızda kalıyor. Yükseklik korkunuz nedeniyle Saviour Church'e çıkamıyorsanız, Rundetaarn güzel bir alternatif. Giriş ücreti olarak 25 DKK ödeyip, daire çizerek tepeye çıkmaya başlıyorsunuz. Zirveye ulaşmadan önce üst katlarda yer alan sergilere, aldığınız biletle ücretsiz olarak girebiliyorsunuz. Zirvedeki Kopenhag manzarası ise oldukça güzel.




Rundetaarn'ın hemen karşı caddesinde ise Ankara isimli bir Türk restaurantını görebilirsiniz.

Kopenhag'ın turistler tarafından en merak edilen noktalarından bir tanesi olan The Little Mermaid heykeline değinmeden olmaz. Öyle ki, bu küçük deniz kızı heykeli için tur bile düzenleniyormuş. Her ne kadar görülecek yerler listesine eklesem de, Danimarkalı bir arkadaşın, "Pek bir numarası yok, hatta ben burada yaşamama rağmen bir kere bile gitmedim" demesinden sonra, gitmekten vazgeçtik. Eğer vaktiniz bolsa, vakit öldürmek için gidilebilir ama özellikle plana dahil edilecek ilginçlikte bir yapı değil.




Son olarak alışverişe değinmeden olmaz. Magnet vb hatıra amaçlı eşyalar haricinde alışveriş işlerine pek bulaşmasam da gittiğim her şehirden çay almaya çalışıyorum. Kopenhag, çay severleri oldukça memnun edecek bir şehir. Kronprinsensgade'de yer A.C. Perch's mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir dükkan. Nepal'den Brezilya'ya, Japonya'dan Afrika'ya kadar aklınıza gelebilecek her bölgenin çayı bu küçük dükkanda mevcut. En küçük ambalajı 100gr olan bu çayların fiyatları, çay türüne göre farklılık gösterse de ortalama olarak bakıldığında 1kg = 50-60 Euro arasında değişim gösteriyor. Günün belirli saatlerinde ise bu küçük dükkanda yer alan çayları tatmak için üst katta yer alan bölüme geçebiliyorsunuz.

Diğer hediyelik eşyalar içinse, caddelerde bir çok alternatif mevcut. Özellikle Stork Fountain civarındaki mağazaları tavsiye edebilirim.

Dönüş zamanı gelip, geçen 4 dolu güne baktığımızda, her ne kadar yorucu olsa da itiraf etmeliyim ki, Kopenhag beklentilerimin çok üzerindeydi. Bir çok güzel anıyla ayrıldık, ileriki yıllarda tekrar ziyaret etmeyi planladığımız bu güzel şehirden.

Belgrad / Sırbistan

Belgrad, son dönemlerde Türklerin uğrak noktalarından. Sırbistan, 6 ay içerisinde 90 günü geçmemek kaydıyla Türk vatandaşlarını vizeden muaf tutuyor. Böyle bir uygulamanın yanı sıra mesafenin de kısa olmasıyla, bir çok Türk seyahatsever rotasını Sırbistan'a çeviriyor.

Özellikle Pegasus'un kampanyalı uçuşlarıyla çok makul ücretler karşılığında Belgrad'a uçabiliyorsunuz. Biz de, kampanya dönemine denk getirdiğimiz biletlerimizle Ağustos ayında yola koyulduk.

Belgrad Nikola Tesla Havaalanı'nda, diğer ülkelerin aksine uçuktan iner inmez polis kontrolüyle karşılaşıyorsunuz. Daha önceden yurtdışına çıktıysanız ya da pasaportunuzda geçerli ya da süresi dolmuş Schengen vizeniz varsa herhangi bir soruyla karşılaşmadan yolunuza devam ediyorsunuz.

Pasaport kontrolünde ise, kalacağınızı yerin rezervasyonunu ve dönüş biletinizi sorabiliyorlar. O nedenle, rezervasyonunuzun ve biletinizin çıktısını yanınızda götürmenizde fayda var. Zaten aynı uyarı uçağa biniş öncesi Pegasus görevlileri tarafından da yapılıyor.

Pasaport kontrolünden çıkıp valizinizi beklerken, hemen arkanızda bulunan Tourist Information'dan şehir haritanızı alabilirsiniz. Harita yardımıyla rahatlıkla gezilebilecek bir şehir Belgrad.

Havaalanından şehre ulaşım için, araç kiralamayı saymazsak, 4 alternatifiniz mevcut.

1) Havaalanı'nın hemen çıkışında yer alan ve bizim semtler arasında yolcu taşıyan dolmuşları andıran küçük minibüsler. Sistem de bizdeki dolmuşların sistemi zaten, alabildiğinde yolcu alıyor. Bilet almıyorsunuz, şoför parayı tek tek topluyor. Ulaşım için ödemeniz gereken tutar ise 300 Dinar.

2) Büyük Belediye otobüsü tarzı Ikarbuslar. Şehir merkezinden havaalanına gelirken durakları zaten belli ama havaalanından merkeze giderken, duraklarını bir türlü bulamadık.

3) Taksiler. Hemen çıkış kapısının karşısında yer alıyorlar. Zaten siz onları bulamasanız da, onlar sizi buluyor.

4) Korsan taksi diyebileceğimiz taksiler. Şahsi arabalarını havaalanı otoparkına park edip, çıkış kapısının karşısında yolcuları bekliyorlar. Bir kaç Euro'luk pazarlık payları oluyor. Fiyatta anlaşırsanız sizi gideceğiniz yere kadar götürüyorlar.

İlk gidişimizde küçük minibüsü, ikinci gidişimizde ise korsan taksi diyebileceğimiz taksiyi tercih ettik, ki aracın yanına gidene kadar, normal ticari taksi sanıyorduk. Otelimizin yer aldığı Zemun bölgesine gitmek için 12 Euro civarı bir para ödedik. Otel, konum olarak merkezi bir bölgede yer aldığından ve önünde ticari taksiler bulunduğundan, onlara görünmek istemediğinden olsa gerek, şöför bizi, ana caddeye oranla daha tenha olan bir arka sokakta indirdi. 

Sırbistan, konaklama, ulaşım, yeme-içme gibi harcamalar açısından düşünüldüğünde Türklerin en rahat gezip görebileceği yerlerin başında geliyor. Kuzey Avrupa'da hostellere vereceğiniz ücret ile Belgrad'da orta ve üst düzey otel bulma şansınız çok yüksek.



Otelimizin bulunduğu Zemun bölgesinden, şehir merkezine ulaşım otobüs ile 15-20 dk civarı sürüyor. Otobüslerde dikkatimi çeken ilk şey bilet konusunda oldu. Bizde otobüsün ön kapısından binme zorunluluğu bulunurken, Belgrad'da durağa yanaşan otobüsler bütün kapılarını açıyorlar ve yolcular dilediği kapıdan araca binebiliyorlar. Her kapının girişinde biletlerinizi okutabileceğiniz elektronik sistemler mevcut ancak binen yolcuların büyük bölümü otobüse bindikten sonra direk koltuklara geçip oturuyorlar. Hatta ilk gelen bir kaç otobüse binmeyip, durumu biraz gözlemledik. Otobüse 10 yolcu biniyorsa, sadece 2 kişi biletini okutuyor.

İlk Belgrad seyahatimde, durakta adres sorduğum kişiler, bileti nereden alabilirim dediğimde "direk binebilirsin, birisi bir şey derse de kendi dilinde bir şeyler söyle, yabancı olduğunu anlarlar bir şey demezler" demişlerdi. Her ne kadar gittiğimiz ülkenin kurallarına, sistemlerine uyum sağlasam da bu bilet işi garip geliyordu. Nitekim 10-15 defa kullandığım otobüslerde bir kişi de gelip bilet sormadı.

İlk Belgrad seyahatinden 3 ay sonra gittiğimiz Belgrad'da ise durumun %100 olmasa da büyük oranda değiştiğini gördük. Biletleri kontrol etmekle görevli kişiler otobüsün içerisinde yolcularla beraber seyahat edip biletleri kontrol ediyorlar, ya da güzergah üzerinde yer alan duraklarda bekleyip otobüs yanaştığında kontrol için otobüse biniyorlar. Ulaşım ücretleri de oldukça makul düzeyde olduğundan, tavsiyem hemen hemen her büfede bulunan biletlerden temin etmeniz ve kullanmanız yönünde.

Merkeze vardığınızda, son durak olan Mc Donald's ın alt bölgesindeki duraklarda iniyorsunuz. Her ne kadar karışık görünse de ilk geçişten sonra ezberlediğiniz alt geçitten geçerek Trg Republica'ya doğru yol alıyorsunuz. Cumhuriyet Meydanı bir çok kişinin ortak noktası. Şehirde yaşayan hemen hemen herkes gibi bizde, arkadaşlarla buluşmak için, meydanın merkezinde bulunan Prens Mihailo heykelinin altını tercih ettik. Knez Mihailova, belki klasik olacak bizde ki İstiklal Caddesi tarzında bir cadde. Onun biraz daha kısası. Caddede ufak bir gezinti yaptıktan sora Kalemegdan'a gitmeye karar verdik. Kalemegdan'a heykelden yürüyerek 10 dakika içinde varabiliyorsunuz.





Kalenin manzarası oldukça güzel. Nehir boyunca uzanan ama mevsim nedeniyle kapalı olan mekanlar dikkatimizi çekti. Söylediklerine göre yaz aylarında popüler olan gece kulübü ya da restaurantlarmış. Kale etrafında gezinirken, bulunduğunuz bölgeden Viktor anıtını rahatlıkla görebiliyorsunuz. Sırp arkadaşlara sorduğumuzda tam cevap alamadık ama elinde şahin taşıyan bu heykel, Sırbistan'ın bağımsızlığını simgeliyormuş.





Kale içerisinde askeri bir müze mevcut. Akşam saatlerinde gittiğimiz için müze kapalıydı ancak, bahçesinde bir tur atmayı ihmal etmedik.





Kale içerisindeki gezimize devam ettiğimizde ise basketbol ve tenis kortlarını görüyoruz. Bir çok genç Sırp sporsever bu sahalardan faydalanıyor, ki Sırplar spor konusunda, özellikle de fiziksel dayanıklılık gerektiren bir çok sporda oldukca iyiler. Hep merak etmişimdir, nasıl oluyorda birbirine neredeyse %100 oranında fiziksel benzerlik gösteren Bosna ve Sırbistan arasında, Bosna Hersek neden aynı atılımı bir türlü yapamıyor diye.





Kalede yarım saat civarı oyalandıktan sonra tekrar Knez Mihailova bölgesine dönmeye karar veriyoruz. Caddeden, Kale istikametinin tam tersi yönde ilerlediğinizde çok geçmeden St. Mark's Church'ü görüyorsunuz. Belgrad'ın simgelerinden olan bu yapı Sırbistan'da yer alan en büyük kiliselerden bir tanesi ve Sırbistan Ulusal Parlamentosu'nun yakınında yer alıyor. Belgrad'da görülmeye değer yerlerinden bir tanesi.





Haritamızı açtığımızda şehrin bir diğer önemli yapılarından biri olan, Sava Katedralinin çok da uzakta olmadığını görüyoruz. 15 dakikalık yürüyüş sonunda katedrale varıyoruz.





Dışarıdan oldukça ihtişamli bir yapı. Yapımına 1935 yılında başlanan bu katedral bugün hala bitirilememiş durumda ve iç kısmındaki işlemler hala devam ediyor. Kapıdan girip, bariyerlerin bulunduğu bölüme kadar ilerleyebiliyorsunuz.

Yemek konusunda bir çok alternatifiniz mevcut. Biz tercihimizi Prens Mihailo heykelinin bir alt sokağında ve heykele 2 dakikalık yürüme mesafesinde yer alan Türk restaurantından yana kullandık. Gaziantepli bir abimizin açmış olduğu bu dükkan, Belgradlılar tarafından da oldukça seviliyor. Garsonlar da az çok Türkçe öğrenmişler, Türk olduğunuzu anladıklarında Türkçe konuşmaya çabalıyorlar. 

Akşam olduğunda Belgradlı arkadaşlarla da buluşarak dışarı çıkmaya karar verdik. Bir kaç kafe değiştirdikten sonra Sırbistan kültürüne ait bir şeyler görmek istediğimizi söyledik. Hafta sonu olması nedeniyle bir çok yer tamamen doluydu ve bir çoğu önceden rezerve edilmişti. Sonunda merkezde yer alan bir yer bulabildik. Balkan ülkeleriyle zaten bir çok ortak noktamız bulunuyor, bu ortak noktalardan bir tanesinin de müzik olduğunu tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Söylenen şarkıların sözlerini anlamasanız dahi, şarkıların melodileri oldukça tanıdık geliyor. 7-8 masa vardı bulunduğumuz ortamda ve canlı müzik yapan grup masaları tek tek geziyor ve istek şarkı alıyordu. Müzik tarzı olarak çok bana hitap etmese de oldukça keyifli olduğunu söyleyebilirim.

Bu arada aklınızda bulunmasında fayda, bazı güzergahtaki otobüsler, gece belirli bir saatten sonra çalışmıyorlar. Tabi bizde bunu tecrübe ederek öğrenmiş olduk.

Belgrad gecelerindeki tek alternatifiniz canlı muzik yapan sakin ortamlar değil tabi ki. Şehrin bir çok noktasında oldukça aktif gece kulüpleri mevcut. Bir kaç popüler kulübün dışında yer alan yerleri bulmanız için ise Belgrad'da yaşayanlardan yardım almanızda fayda var. Fayda var diyorum, çünkü götürdükleri bir kaç yer, dışarıdan bakıldığında klasik bir bina görünümünde ancak içeriye girdiğinizde bambaşka bir dünya var. Şehri bilmeyen ve oradan kazara geçen birisinin orada gece kulübü olduğunu anlaması neredeyse imkansız. Yine bir diğer alternatifiniz, 2 kez sormama rağmen tam çözemediğim üniversite partileri olabilir. Anlatılana göre merkezde bir dj var, gelen herkese kulaklık dağıtılıyor ve dinleyiciler çalan müzikle dans ediyor. Düşününce farklı bir alternatif olarak göze çarpıyor.





Gece geç saatlerde otele dönüş yaptıktan sonra, ertesi gün için Zemun bölgesinde vakit geçirmeye karar verdik. Zemun nehrin kenarında yer alan sakin bir bölge. Merkezinde yer alan bir kilise ve kilisenin yakınında kurulan halk pazarı dikkat çekici noktaları.




Bölgenin bir diğer güzel yanı ise, nehri. Nehir boyunca yürüyüş yapabilir, nehir kenarında kurulu kafe ve restaurantlarda bir şeyler yiyip içebilirsiniz. Fiyatlar şehir genelinde olduğu gibi bu bölgede de oldukça makul.

Hem Zemun bölgesinde hemde şehir merkezinde küçük seyyar dondurmacılar mevcut. Her birinin önünde dondurma dolaplarından var ve markalı dondurma satıyorlar. İstediğiniz dondurmaları da bizzat paketlerinden çıkarıp size öyle ikram ediyorlar. Bu küçük dondurma dolaplarında satılan dondurmaların size bir diğer artısı da sağlamış oldukları wi-fi imkanı. Dondurma aldıktan sonra, dolabın çevresinde wi-fi' den yararlanabiliyorsunuz. Dondurmacılar insanları çekebilmek için müşterilerine böyle bir imkan sağlıyorlar.

Hazır konu internetten açılmışken, Belgrad'ta dikkatinizi çekebilecek bir diğer şey de, şehrin hemen hemen her noktasında sunulan ücretsiz internet hizmeti. Gittiğiniz bölgeye göre sadece rakamlarda değişiklik oluyor. Şöyle ki, bir noktada sunulan internet hizmetinin adı "Free Alma Quattro 501644" iken, bir kaç sokak aşağıya indiğinizde devreye giren ağ adı "Free Alma Quattro 502164" oluyor.

Zemun'dan ayrılıp, tekrar merkeze gitmeye karar veriyoruz. Hemen hemen her şehirde olduğu gibi, Belgrad'ı da tepeden görebileceğiniz bir nokta mevcut ancak yazının üst bölümünde belirttiğim ve merkez dediğim Knez Mihailova'dan biraz uzakta yer alıyor. Ulaşım için otobüs kullanmanız gerekiyor.




Mekanın adı Jazz Club Cekaonica ve Belgrad fuar merkezinin yakınında bulunuyor. Belgradlıların eğlence noktası olan Ada Ciganlija da yine bu bölgede bulunuyor. Bina dışarıdan bakıldığında ve hatta içerisine girildiğinde terkedilmiş bir imaj veriyor. İlk bakışta biraz ürkütücü gelebilir ama en üst kata çıkıldığında güzel bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.





Üst katlara çıkmak için asansör kullanmanız gerekiyor. Kendinize güveniyorsanız merdiven de kullanabilirsiniz tabi ki. En üst katta Jazz Club yer alırken, onun bir iki kalt altındaki bölümlerde ise müzik kayıt stüdyoları yer alıyor. Hemen hemen her katın duvarlarında güzel spray çalışmaları mevcut.




Jazz Club'dan ayrıldıktan sonra, Belgradlıların uğrak mekanlarından Ada Ciganlija'ya gitmeye karar verdik. Ada, yapay olarak kıyıya bağlanmış ve yapay bir göl oluşmuş. Oluşan bu gölün plajını her gün binlerce Belgradlı ziyaret ediyor. Bizim gittiğimiz saatlerde akşam üzeri olmasına rağmen hatrı sayılır bir kalabalık vardı.

Belgrad, şehir yapısı itibariyle 2-3 gün içerisinde rahatlıkla gezebileceğiniz bir şehir. Sırbistan için daha fazla süreli bir tatil planlıyorsanız, Belgrad haricinde listenize dahil etmenizi önerebileceğim 2 şehir daha var. Novi Sad ve Niş. İnsanlara bu iki şehirden hangisini tavsiye ettiklerini sorduğunuzda genel olarak kararsız kalsalar da, Novi Sad daha ağır basıyor gibi geldi bana. Ki, Novi Sad, Niş'e oranla daha yakın bir alternatif. Tren ve otobüs alternatifleri mevcut, süre olarak da 1 saat civarı sürüyor.

Ben tercihimizi eski bir arkadaşımızı da ziyaret etmek için Niş'ten yana kullandım. Niş, Belgrad'tan otobüs ile 2,5 saat sürüyor. Biletinizi, otobüs terminalinden alabiliyorsunuz. Belgrad'tan Niş'e çok sık aralıklarla otobüs seferleri düzenlendiğinden biletinizi önceden almanıza gerek yok. Bilet alırken dikkat etmeniz gereken tek şey biletle beraber size verilen bozuk para şeklindeki jetonlar. Bu jetonu görevliye göstererek otobüslerin olduğu bölmeye geçebiliyorsunuz. Ancak bileti alırken, gişe görevlisi para üstünü bozuk para olarak verdiğinde, jetonu da bozuk para zannedip cebe atabiliyorsunuz. Aynı durumla çok sık karşı karşı karşıya geldiklerinden olsa gerek, jetonu kaybettiğinizi söylediğinizde, ilk olarak "Bozuk para zannetmiş olabilir misiniz?" diye soruyorlar.

Otobüsle yolcu taşımacılığı da bizdeki gibi başlı başına bir sektör olmadığından, otobüsler oldukça eski. Koltuk numarası vb bir sistem de mevcut değil. Dilediğiniz koltuğa oturabiliyorsunuz, ikram vb bir şey de yapılmıyor. Sırbistan'da şehirler arası otobüs yolculuğu yapıyorsanız, her ne kadar şansınız düşük de olsa çevrenizde ingilizce bilen birilerini bulmanızda fayda var. Neyse ki biz bu konuda pek bir sorun yaşamadık.

Niş'e gidecekler için belirtmekte fayda var; Sırbistan'da bir çok noktada Niş isimli akaryakıt istasyonları mevcut. Otobüsle yoldan geçerken Niş isimli tabelalar gördüğünüzde ister istemez Niş'e geldik mi acaba diye düşünebiliyorsunuz.






Niş için 1 gece kalmayı planladığımızdan, kalacak yer tercihimizi otel yerine hostel'den yana kullandık. Aurora Hostel yeni sayılabilen ve Niş'in merkezinde yer alan son derece konforlu bir hostel. Niş, seyahatseverlerin pek uğrak noktası olmadığından olsa gerek, hostelde o gece sadece biz vardık. Hostel sahibi de oldukça yardımsever birisi. Niş'e yolunuz düşerse, konaklama için tavsiye edebileceğim bir hostel, ki hosterworld puanları da oldukça yüksek seviyede.




Niş yapı olarak çok büyük olmayan ve ana hatlarıyla 1 günde gezebileceğiniz bir şehir. Niş kalesi ziyaret edilmeye değer. Otobüs istasyonundan kısa bir yürüyüşle kaleye ulaşabiliyorsunuz.

Ertesi sabah erken saatlerde tekrar Belgrad'a dönüş için yola koyulduk. Sırbistan'ın geneline hakim olan yeşil alanlara, yolculuğumuz boyunca tekrar şahit olduk. Ülkenin en güzel yanlarından bir tanesi de bu sanırım.

Otele vardıktan sonra biraz soluklanıp, belki bir umut maç vardır ve buraya kadar gelmişken stadyum ya da salon atmosferini görürüz diye düşünüyoruz. Futbol ya da basketbolla az çok ilgili olanlar bileceklerdir, Sırbistan'ın 2 popüler spor kulübü var; Partizan ve Kızılyıldız. Bu iki takımın arasında uzun yıllara dayanan bir rekabet var.

Merkezden Sava katedraline gitmek için yürüdüğünüzde , katedral istikametine gitmeyip sağ taraftan devam ettiğinizde her iki takımın da stadyumunu görebiliyorsunuz. Biz, Partizan'ın maçını ne yazık ki 1 günle kaçırdık. Fırsatınız olursa mutlaka gidin, atmosferi görün derim, bilet fiyatları da oldukça makul.

Belgrad'daki son günümüzü alışverişe ayırdık. Magnet, hediyelik eşya vb ürünleri Cumhuriyet Meydanı'nda caddenin ortalarına konumlanmış küçük dükkanlardan alabilirsiniz. Kalemegdan'a gidiş yolunda ve Kalenin bahçesinde yine çeşitli alternatifler mevcut. Alışveriş merkezi gezmek isteyenlere tavsiyem ise, Zemun yolu üzerindeki USCE alışveriş merkezi.

Son olarak para konusuna değinmekte fayda var. Belgrad'da döviz bürosu sıkıntısı çekmiyorsunuz. Adım başı döviz bürosuyla karşılaşıyorsunuz, ki para bozdurabileceğiniz bu yerler spor mağazası içinde olduğu gibi, büfe içerisinde de olabiliyor. Kurlar günlük belirleniyor ve print edilip dükkanların önüne asılıyor.

Benim tavsiyem, havaalanından şehre ulaşım ve otel ücretini ödeyecek kadar Sırbistan Dinarı alıp, geri kalan harcamalarınız için Euro ile gidip, ihtiyacınız oldukça bozdurmanız yönünde.

Belgrad, yukarıda belirttiğimiz gibi, genel hatlarıyla bakıldığında 2-3 günde gezilebilecek bir şehir. Ama gerek coğrafyası,gerek yakınlığı gerekse de ucuzluğu itibariyle kesinlikle görülmeye değer bir şehir.